2 Haziran 2014 Pazartesi

Oyunu Verme Anne! / Burak SOYER

“Kapat televizyonu anne/Seni de kandırıyorlar/Oyunu verme anne.” Bu dizeler 1990’lı yıllarda yasaklı olan Yaşar Kurt’un Korku adlı şarkısının son dizeleri. Şarkı bana göre devlet-birey ilişkisini yansıtan en iyi eserlerden biridir.


Cumhurbaşkanı seçimlerine 2 aylık bir süre kaldı. Partiler aday çıkarmak için ‘istişareleri’ni sürdürüyor. Haliyle ‘yarış’ da inceden inceye kızışıyor. Halk yine kişiye değil partiye oyunu verecek zira. Peki ne için kızışıyor bu yarış her seçimler öncesinde? Neden önceden belirlenmiş seçim tarihine aylar kala kravatlı adamların kent meydanlarından binlerce kişiye seslenişini izliyoruz? Kelli felli adamlar bu memleket topraklarında yaşayan vatandaşların kapısına kadar sonsuz hizmet götürmeye ant içtiğini için mi? Bence pek öyle değil.

1998 yılında Gani Müjde’nin yönettiği Kahpe Bizans filminde bir sahne vardır. Sümer Tilmaç’ın canlandırdığı ‘Süper Gazi’ karakteri kendi ırkı Nacarların topraklarının belirlenmesi için ovalık bir arazide havaya doğru rastgele bir ok fırlatır. “Okun düştüğü yer bizim topraklarımız olacaktır” der. Atılan ilk ok  yanlşılıkla bir kişiyi öldürür. Bunun üzerine ‘Süper Gazi’ bir ok daha fırlatarak okun düştüğü yerin Nacarların toprakları olduğunu coşkuyla haykırır. Toplumların devleti değil devletlerin toplumu nasıl yarattığını en basit ve bize tanıdık haliyle görmek bu örnekle mümkün.

Devlet bir ‘yaratıcı’ olarak ‘kulları’na kendine sonsuz itaatle bağlanması için birtakım kurallar oluşturur. Buna ‘devlet hukuku’ demek, salt hukuk diye adlandırmaktan daha mantıklı bana göre.

Toplumlarla beraber gelişen normlar ve değerler, bahsi geçen hukukun ötesine geçerek adı konulmamış kuralları meydana getirirler. Yeryüzündeki her şeyin üstünde olan bu toplumsal hukuk, nefes alan her canlının yaşama hakkını devletin belirlediği ‘kağıttan hükümler’den çok daha fazla savunur. Bir insanın katil olmasına giden yolda, kişinin aklına en son hatta hiç getirmeyeceği tek şey devlet ve onun koyduğu hükümlerdir. Siz hiç cinayet işlemeden önce “Bıçakla öldürsem daha az yatarım” diye düşünen bir katil ifadesi okudunuz mu? Türkçesi: Devlet olmasaydı da yaralı parmağa işenmeyecekti.

Şu sıra gündemimizin ana maddesi olan ‘yönetilme’ mevzusunda da durum aynıdır. Aslı temsili demokrasi olan ama halka ‘sizin kendi kendinizi yönetmeniz’ diye yutturulan cumhuriyetçi yönetim biçimi, halk tarafından seçilmiş kısmı doğru, ama seçilmişlerin halkın beklenti ve çıkarlarından ziyade bağlı olduğu örgütü, oturduğu koltuğu koruma ve kollama görevinden başka bir şey değildir. Üç dönem milletvekilliği yapan birisini ‘halka hizmet sevdalısı’ diye nitelemek ne kadar doğrudur?

Sandıkta aldıkları oylar sonrasında geyik derisinden koltuğunda mesai yapan insanlar yeme, içme, barınma, sağlık ve eğitim gibi kişinin en doğal yaşam haklarını karşılıksız olarak verebiliyorlar mı? Halk, bir başkasına müdahale etmeden istediği gibi düşünebiliyor ve bu düşüncesini başkalarıyla paylaşabiliyor mu? Kısmen evet. Ama nihayetinde bu süreç, daha tamamlanmadan devletin kalın duvarlarını karşısında buluyor. Bu, dünya üzerinde tüm ülkelerde gelmiş geçmiş tüm iktidarlar tarafınca ispatlamıştır.

Birey devlet ilişkisine vurulan en önemli ket siyasettir. Ve siyaset temel insan hak ve özgürlüklerinin savunulmasının dışında siyasetle uğraşanların kişisel statüsünü koruma mekanizmasıdır. İlk başta kendini savunmakla mükellef kişinin bu müdafaasının, kişisel çıkar olarak kullanılmasının adına da tuğla kadar kitaplarda yazıldığının aksine, en basit haliyle politika denir. Halk iktidarı da temsili demokrasi gibi bir yönetim de halkı kandırmaktan başka bir şey değildir. Bu politika mensubu kişiler yeri geldiğinde size silah verip; genelde devlet bekası, özelde kendilerini korumak için cinayet işlemenize aracı da olur. Gün gelir; halktan toplanan paralarla alınan silahlar yine devleti korumak için halka doğrultulur. Kişi kendisinin katili olur.

Yapılan bilmem kaç kilometrelik yollar, hastaneler, okullar temel insani hakların karşılanmasında devletin üç kuruş para kazanan halktan aldığı vergilerle  yapılmıştır. Üstelik kendisi bütün gün kazma kürek sallayıp o yolları bitirmek için kan ter içinde kalır sonra da kravatlı kodamanlar binlerce şakşakçısı karşısında bu yapılanları kendi eseriymiş gibi iftiharla sunar. İnsan yaşamının, emeğinin, doğanın en büyük hırsızı iktidar fark etmeksizin devlettir. Burada yolsuzluğu mevzu bahis bile yapmıyorum.

24 saat ekranlarda “Oyunuzu bana verin”, “Bir oy vatandaşlık hakkıdır” laflarını haykıranlar yeryüzünde yıkılmasına imkansız gözüyle bakılan devletin birey üzerindeki tezahürüdür. Kişi kendini devlet ya da onun ‘adam’ı olarak gördüğünde iktidarı ve dolayısıyla beş duyu organıyla algılayabildiği her şeyi yönetip kontrol altına almakta bir sakınca görmez. Zaferin mübahsız yollarında sona gelinmiş doğal yaşam hakkı, iktidarın iki dudağın arasına yine halk tarafından bırakılmış olur.

Oy vermek en kutsal vatandaşlık görevi olarak adlandırılır bu memlekette. Peki vatandaşlığin kendisi neden kutsanmıştır? Hepimiz 760.000 km karelik topraklarda doğduk diye sihirli asamızla denizi ikiye bölme yetisine mi sahibiz?
Vatan, millet, bölünmez bütünlük gibi kavramlarla doğuştan itibaren her an ölmeye hazır askerler gibi yetiştirildik bu ülkede. Devletin dinimizi, dilimizi, medeni halimizi belirlediği, onbir haneli numararla bizi doğuştan kontrol altına aldığı bir yönetim biçiminde vatandaşlık da ilahi bir statü olarak kabul edilecekti elbette.


Halbuki önemli olan vatandaş değil insan olmaktır. Sandığa gitmeyip, yaptıkları yapacaklarının teminatı olan devleti boykot etmekse vatandaşlık değil insanlık görevidir. Son söz yine Yaşar Kurt’un: “Kapat televizyonu anne/seni de kandırıyorlar/Oyunu verme anne!”

Yazan: Burak Soyer